Unutmak ya da unutur(muş) gibi yapmak
insana özgüdür. Başarıyı, sevinci, aşkı; sevdiklerimizin acısını; yaşama değer
katan tüm duyguları, oluşumları, olayları unutmamak, unutturmamak için
çabalarız. Peki, toplumsal yaşamda neyi, neleri unutmak istiyoruz ya da
unutur(muş) gibi yapıyoruz; bunu enine boyuna düşünüyor muyuz? İçinde
bulunduğumuz dönemde çoğumuz yasımızı tutacak ya da sevincimizi paylaşacak olanı
fenerle arıyoruz; çünkü akşam yediğimizi (yiyebilmişsek eğer), sabaha erişmeden
unutturmaya çalışanların eli soframızı, dili belleğimizi silip süpürüyor.
Sokakta sürekli yakınan; ama
yakındığı sorunun nedenini, yaratanları sorgulamayan, dahası sorgulamaya
korkan, binlerce ürkek insan, günü kurtarmaya bakıyor. Hem yakınıyor hem
sorununu, sıkıntısını paylaşmak isteyen, kendisiyle aynı konumda olandan bile
korkuyor. Üstelik “an”ı kurtarma çabasıyla hırçınlaşıyor; ufacık bir tartışma
ya ağır bir söze ya da şiddete dönüşüyor. Günü, anı kurtarma çabasıyla
belleğini boşaltanları sorgulayamayanlar, birbirini sorgulamanın ötesine
geçiyor.
Çoğunluk günü, ne yaşandığını, ne
yaşadığını algılayamadan tüketiyor. Bellekler kevgir gibi oldu; gündemi anında
değiştiren siyasal güç günü, anı unutturmak siyasasını sopalaştırdığı yasalarla
uyguluyor. Birkaç yıl, hatta birkaç gün önce söylediğini, kendi ağzıyla
yalanlayan(lar)ı sorgulamayan binlerce insan yalanı dolanı, yolsuzlukları,
haksızlıkları unutur(muş) gibi yaparak yaşamayı sürdürüyor. Atalar, “Komşu
boncuğunu çalan gece takınır” demiş; hırsızın bile biraz duyarlı olabileceğini;
çaldığını, sahibine göstermeden kullanabileceğini söylemiş. Hoş bir söz ve
uyarı değil; ama günümüzde halkın olanı çaldığı söylenenler, bu kadarını bile
yapmıyor. Çalan, çaldırandan daha çok bağırıyor. Çaldıran, hakkını nerede
arayacağını bilemiyor; dahası kendini “dua”yla eğitimsizliğe, yoksulluğa itene
sarılıyor. Yalanı dolanın, yolsuzlukların, haksızlıkların unutturulması için
söylenenlere inanıyor. Sözün uçacağını, yıllardır uçurulup durduğunu
düşünmüyor; belge ve bilgileri merak edip “Olabilir mi? Ya doğruysa?” diye
sormaya korkuyor. Kevgirleşen bellekler içinde korkudan başka hiçbir şey
barınamıyor.
En acısı kevgirleşen aydın
bellekleridir; sözde gazeteci, akademisyen, toplumun gözü önündekilerden biri,
sözde sanatçı; TV’lerin vazgeçilmez “aydın”ı; ama siyasanın buyruğunda…
Aydınımsı kimliğini yeğlemiş; kendini eğitim ve gelir düzeyi düşürülen halkın
sözcüsü sanıyor; oysa yalnızca çıkarını, orununu, ününü sağlayan ve
koruyanların sözcüsü… Şimdi(lik) egemen olan gücün sofrasından kalkmıyor;
ezberletileni aktarıyor. Alçak yerde tepecik kendini dağ sanırmış ya! Tafrasından
da geçilmiyor. Bu baylara, bayanlara bir ata uyarısı; “Dağda gez; düzde gez; insafı
elden bırakma…” Halk arasında yoksuldan, ezilenden yana olan eşkıyaların bile söylenceleri
yok mu? Ancak bu söylencelerde “insaflı eşkıya”nın öyküsü de mutlu sonla
bitmez!
İnanç ve köken ayrımını kullanarak
siyasaya araç yapanlara araç olan; binlerce insanın acısını, yoksulluğunu,
eğitimsizliğini çıkara dönüştüren sözde aydınlar, siyasa kurumundan daha
suçludur! Çünkü Atatürk’le ve cumhuriyetle hesaplaşan, halkı yoksullaştırırken
kendi varsıllaşan siyasa, çıkar için özgür düşüncesini silen aydınımsılardan
besleniyor! Tarih eli ve dili kirli olanların da söylenceleriyle dolu; hiçbiri
mutlu sonla bitmemiş. Aydınımsılara duyururuz!
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder