Yıpranmış giysilerini tersyüz
ederek “yeni”leştiren, Sümerbank ürünleriyle donanan; kendi ürettiğiyle
yetinen, üstelik Osmanlının borcunu da ödeyen kuşakların ardılıyız. Okullarda
yerli malı haftası kutlardık. Eriğin bile etnik kimliğe bürünüp İtalyan olanını
görünce şaşırmamız bundan. Karpuzun çekirdeği küçülünce, üretme genimiz de anlama
yetimiz de küçüldü.
İletişim araçları kısıtlıydı.
Telefon, yan komşuda bile yoktu; ama akrabalar, tanışlar, gerçek aydınlar bu
denli uzak değildi birbirine. Söz, senetti; borç namustu. Borç yiğitte bulunur
masalına inanan azdı; ana babalar, borçlanmadan yaşamak/yaşatmak için
çabalardı. Ataları yanıltırdı çoğunluk. Devlet malı deniz değildi; ama yiyen
domuzdu. Devletin tek kalemini yürüten kınanırdı. “Çalışıyorsa, varsın çalsın”
türünden ahlak aşınmasına uğramamıştık henüz. Peki; buğdayı, meyveyi,
teknolojiyi üretemezken, halkın olana el uzatanları, “Türkiye sizinle gurur
duyuyor” diye yücelten kalabalıkları nasıl ürettik? Birileri için işte “yeni
Türkiye” budur!
“Yeni”nin anlamı hiç kullanılmamış;
oluş ya da çıkışından beri çok zaman geçmemiş, o güne dek söylenmemiş,
düşünülmemiş, görülmemiş olandı. Şimdi her köşesi karartılan bir ülkeye bu
tanımlardan hangisi uyuyor? TV’lere bakın, yanıtı bulursunuz.
Mustafa Kemal Atatürk, uygar dünyanın “yenilik”lere ulaşırken yaşadığı
acıları biliyordu. İnsanlığın ortak kazançlarından yararlanmamız için eskimiş, zararlı ya da yetersiz sayılan şeyleri,
yararlı ve yeterli olanlarıyla değiştirmek istedi. Devrimler bunun için
yapıldı. Yenilik için çaba harcamak düşün, bilim, sanat insanlarıyla birlikte
siyasacının da temel görevidir. Devrimci ruh, bu görevi unutmamaktır. Şimdi
Mustafa Kemal Atatürk’ün adını anmaktan bile ürkenlerin, söz ve eylemlerine
damga vuran “yenilik korkusu”nun tutsaklığında “yeni Türkiye” dediklerini
duyuyoruz.
Yenilik korkusunu dün ve bugün en baskın biçimde
yaşayan kişi ve ülkeler, din ve ırk, en çok da din baskısı altında olan, inancı
siyasaya araç yapanlardır. Komşu ülkelerde akan kanın kaynağı, dinin çıkarcı
siyasalara araç yapılmasıdır. Yazık ki ülkemiz de her alanda dinselliğe
tutunarak günlük siyasaya bel bağlayanlar tarafından karartılıyor. Laik eğitim
neredeyse sonlandırıldı. Hukukun üstünlüğü, dinsel söylem ve eylemleri baskın
kılan bir siyasa yüzünden yara almanın ötesine geçti.
Şimdi “Yeni Türkiye vizyon”uyla ulus tarihiyle,
coğrafyasıyla barışacakmış. Oysa tarihiyle, coğrafyasıyla barışık olmayan
ulusumuz değildir; kendi diktiği dinsel kılıkları ulusa uygun görenlerdir. Korumasız,
silahsız halkın arasında gezen Mustafa Kemal Atatürk’le hesaplaşanlardır.
“Yeni Türkiye vizyon”u gibi tanımı ve içeriği boşlukta
bir tamlamayla öne çıkan siyaset önder(ler)i, yakın tarihle barışık değilken,
ağızlarına hiç yakışmayan “yeni”den, “demokrasi”den söz edebiliyor. Yerli
malı/ürünü diyebileceğimiz elma, erik; ekip biçeceğimiz bağ bahçe; kıyısında
serinleyeceğimiz dere kalmamışken, cumhuriyetin tüm kazanımları yandaşlara
satılırken, laik cumhuriyete sahip çıkanlar horlanırken sözü edilen “yeni”nin,
geçmişe yolculuk anlamına geldiğini çocuklar bile biliyor.
Yerli üretime can verecek üniversite kurutulmuşken, okullar
toptan imam hatipleşirken Kurtuluş Savaşına şöyle bir gönderme yapmak, olsa
olsa göz boyamaktır! Tarihle ve coğrafya ile bir aylığına, birkaç günlüğüne
barışılmaz! Bir adımda bir cami, bin adımda bir okul yapılır, var olanlar
karartılırken “yeni” Türkiye demek yakın tarihle, bütün değerlerimizle dalga
geçmektir.
Günü kurtarmak için kurnazlıkla hazırlanıp tantanayla
sunulan “yeni Türkiye vizyon”u masalı, tıpkı halka söve saya siyasa eliyle
varsıllaşan işadamlarının diktiği kulelere benziyor. Dışı parlak içi boş
kuleler gibi elbet bir gün yıkılır! Altında da kendi tarihini tersyüz etmeye
çalışanlar kalır!